TELEFON KULÜBESİ

Mirbatır Husanov (State University, Tashkent, Uzbekistan)
Email: khusanov.mirbatir@gmail.com

 

Gertrude Durusoy’un anısına, yaptıkları iyiliklerden
dolayı sonsuz şükran ve sevgilerimle…

Gertrude hanımın profesyonel ilgi alanları arasında çeviri, ayrı bir yer tutmakta. “Çeviri, çocukluğumdan beri yaptığım bir iştir” derdi kendisi. Aslına bakarsanız bu çok doğaldır zira Gertrude hanımın ailesi, birçok Avrupa ailesi gibi uluslararası bir topluluktu. Dedesi Avusturyalı, Anneannesi Çek, Babası Fransız. Bundan dolayıdır ki, Gertrude hanım; çevirinin halkları birbirine yaklaştırma rolünü ta o zamandır kavramış, çevirinin insanlara sadece birbirlerini daha iyi tanımalarını sağlamakla kalmayıp onlara kişisel kimliklerini anlamalarında, özellikle hangi yönlerinin başka milletlerden farklı olduğunu ve hangi yönlerinin de başka milletlere benzer veya ortak olduğunu öğrenmelerinde, yardımcı olduğunu çok iyi bilmiştir.

Gertrude hanım, hayatı boyunca edebi eserlerin çevirisine çok zamanını ve emeğini vermiştir. Kendisi birçok Avusturyalı, Alman ve Fransız yazar ve şairin eserlerini Türkçe’ye çevirmiş ve ayrıca Türkçe kitapların Fransızca’ya ve Almanca’ya çevirilerini yapmıştır.  Gertrude hanım, “Başka milletlerin edebiyatını öğrenmeden bu milletlerin ruhunu, düşünce ve heveslerini anlamak mümkün değil” diye konuşurdu.

Onun için bir gün, kendisinin bana Rusça’dan Türkçe’ye beraber bir çeviri yapma teklifinde bulunmasına doğrusu pek şaşırmamıştım. Bu teklifi yaparken bana söylediği şu sözleri hala hatırlıyorum: “Bir Rus eserinin Türkçeye çevrilmesi konusunda benim biraz tecrübem var. Ünlü Rus şairi Andrei Voznesenski’nin “Üçgen Armut” adlı şiirler derlemesininin çevirisi üzerinde Sayın Ahmet Necdet bey ile beraber bir çalışmamız olmuştu. Ancak o zaman elimizde bu kitabın Rusçası yoktu sadece İngilizce’ye yapılan çevirisi vardı. Yakın geçmişe kadar Türkiye’de Rus edebi eserlerinin orijinalini bulmak hemen hemen imkansızdı. Hatta bunları aradığınız zaman çevrenizdeki bazı insanlar, acaba ne amaçla arıyorsunuz dercesine size hayretle bakarlardı”.

Tabii ki resmi bir yasak yoktu ancak ‘sağcı’ ve ‘solcu’ kamplara bölünmüş bir toplumda böyle şeylerin olabilmesi hiç te şaşırtıcı değildi. Batı’nın, ‘Sovyet Rusya’ olarak adlandırdığı Sovyetler Birlği ile Türkiye arasındaki ilişkiler, uzun yıllar boyunca kolay olmayan çeşitli dönemlerden geçmişti. Eğer Yirminci yüzyılın 20li ve 30’lu yılları, Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında ‘dostluk’ ve ‘işbirliği’ yılları olduysa, İkinci Dünya Savaşından sonra bu ilşkilerin yerine, soğuk ve dostluktan açıkçası hayli uzak olan başka ilşkiler geçmişti. 1960, 1970 ve 1980lerde bu ilişkilerde hissedilir gerginlikler yaşanmış. Türkiye’deki iç siyasi durum, çeşitli güçlerin karşı karşıya gelmesi, iktidar yolsuzlukları, muhalefetin sert çıkışları ve bütün bunların neticesinde birkaç defa ülke yönetiminin askeri diktatörlüğün eline geçmesi, yukarıda belirtilen gerginliklerin sebeplerinden bazılarıydı.

‘Kuzey Komşu’ya karşı olan kuşku, Türkiye siyasetinin bir parçası haline gelmişti. Türk vatandaşlarının Ruslar ile olan temasları, sürekli kontrol ve takip altında tutulmak zorundaydı. Gertrude hanımın kocası rahmetli Profesör Fikret Durusoy’un bir anısı vardı. Fikret bey ve Gertrude hanım’ın sık sık beni evlerinde ağırlarladıkları gecelerden birinde, iki ülke halkları arasındaki ilişkilerden, ve Türklerin Ruslara ve onların kültürlerine bakış açılarından konuşmaya  başlamıştık. Sayın Fikret Durusoy, gayet sakin ve çok iyi düşünerek konuşan bir insandı. Kendisi bana her zamanki gibi güler yüzüyle bakarak şunları anlattı: “Benim çocukluğum Ankara’da geçti. Babam Selahi Durusoy, oraya ailesi ile İstanbul’dan taşınmış ve bir süre sonra Nümune Hastanesinin başına geçmişti. Komşularımızdan biri de Rus karıkoca Karpiç ailesi idi. Onlar Ankara’da bir restoran açmış ve Rus mutfağından çeşitli yemekler yaparlardı. Restoran da bayağı meşhurdu ve biz arasıra eve o restorandan yemek sipariş ederdik. İşte oradan ben Rus mutfağıyla tanışmış ve meşhur borç çorbasının tadını öğrenmiştim. Karpiç ailesi çok yalnız ve sakin bir yaşam sürdüren bir aileydi. Çocukları küçükken hastalıktan ölmüştü. Sık sık mezarlığına giderlerdi.  Karpiç bey hep hüzünlü görünürdü. Eve dönerken bana, o zaman nadiren yediğim portakal ikram eder ve başımı okşardı. Ruslarla ve Rus kültürü ile ilk tanışmam işte bu şekilde  olmuştu”.

Fikret bey, ayrıca babasının da kendisiyle paylaştığı şu anıları anlattı: “Mesai bittikten sonra babam akşamları özel muayenehanede hastaları kabul ederdi. Ona Sovyet Büyükelçiliğinden de hastalar gelirdi. Ancak bu hastalara, her zaman Büyükelçilikten bir diplomat eşlik ederdi. Ve bu insanlar muayenehanedeyken mutlaka dışarıda bizim Emniyettten biri olurdu. Bir gün Büyükelçilikte çalışan biri, babama bir Türkçe-Rusça sözlük hediye etmiş. Daha sonra babam, aman başıma bir şey gelmesin diye bu sözlüğü ateşe atmış”.

Fikret beyin babasının duyduğu bu endişe aslında hiç te abartılı değildi. Kendisi Kemalizm ilkelerine içten sadık ve gerçek bir vatansever olmasına rağmen bulunduğu o dönemde istenmeyen bazı olaylar gerçekten de başına gelebilirdi. Örneğin, hepimizin çok iyi bildiği Rus siyasetçi Vladimir Jirinovski,   1960lı yıllarında  Doğu ülkeleri üzerine ihtisas yapmış genç bir uzman olarak Türkiye’ye gelmiş ve bir gün bir Türk arkadaşına rozet hediye etmiş. Bu sebeple kendisini, komünizm propagandası yapıyor diye içeri atmışlar. Türkiye’de o zaman çalışan Sovyet diplomatları onu hapis cezasından kurtarabilmek için bayağı uğraşmışlardı.

1980li yılların ikinci yarısından itbaren iki ülke arasındaki ilişkilerde iyiye doğru bir gidişat başlamış ancak ilişkilerin soğukluktan ve kuşkudan tamamiyle arındırıldığnı söyleyebilmek için  hala erkendi.

Sovyetler Birliği, 1990ların başında varlığını yitirmiş, onun yerine gelen yeni Rusya Federasyonu, komünizm ideolojisinden vazgeçmişti. Daha sonra  Rusya’da olup bitenler, tüm dünyada olduğu gibi Türk toplumunda da karışık duygular uyandırmış, birileri buna üzüntü ve acı duymuş, kimileri de tam tersine Rusya’da yaşanan zorluklara sevinmiş ve kibirli bakmış.

İşte böyle bir ortamda Gertrude hanımla beraber, hangi Rus eserinin tecüme edilmesinin zaman açısından daha doğru olacağı ve iki ülke halklarının birbirini daha iyi anlayabilmelerine katkıda bulunabileceği konusunda bir karara varmamız gerekiyordu. Gertrude hanım çağdaş Rus şairi Andrei Voznesenski’nin eserlerini çevirmemizi önerdi. Bu öneriyi yaparken Gertrude hanımın tabii ki birçok önemli sebebi vardı ve kendisi onları şöyle dile getirdi: ”Zamanında Voznesenski’nin şiirlerini, İngilizceye yapılan çeviri şeklinde okumuştum ve çeviri olmasına rağmen çok etkilenmiştim. Voznesenski, hepimizin yaşadığı insani duyguları açığa çıkarıyor ve onları çok doğal bir biçimde sunuyor. İnanılmaz müthiş bir ses algılama duygusu var. Onun şiirleri tam bir melodi gibidir, şiirin içinden gelen bir müzik sesi duyuluyor sanki. Şairin oluşturduğu sesler topluluğu, yeni yeni kavramların ve yeni yeni mecazların doğmasına vesile oluyor. Mesela, Voznesenski’nin yazdığı ilk şiirlerinden biri olan “BEN-GOYA’yımé şiirine bakarsak, onun asıl esprisi; bütün benzetme ve mecazların, ünlü İspanyol sanatçı GOYA’nın isminin başlangıcında olan ‘GO’nun, Voznesenski’nin bu şiirinde kullandığı Rus kelimelerinin başında da var olmasıdır:

‘GOYA’ – ‘GORE’ (‘acı’) – ‘GOLOS’ (‘ses’) – ‘GOLOD’ (‘açlık’) – ‘GORLO’ (‘boğaz’) – ‘GOLIY’ (‘çıplak’) – ‘GORST’ (‘avuç’) v.s.”

Gertrude hanım, “Rus dilinden anlamayan insanlar bile bu şiiri dinlerken onun büyüleyici etkisi altında kalabiliyorlar” diye konuşmuştu.

Voznesenski ve onun eserleri hakkında Gertrude hanım ile uzun uzun sohbetlerimiz oldu. Onun insan ve şair olarak ne şartlar altında yetiştiğini hep beraber anlamaya çalıştık.

Andrei Voznesenski on yaşındayken şiir yazmaya başlamış. Ondört yaşındayken yazdığı bazı şiirleri, ünlü Rus şair Boris Pasternak’a göndermiş ve onun görüşünü sormuş. Pasternak okuduğu şiirlerlerden etkilenmiş ve yetenekli genç şair ile tanışma zorunluluğu hissetmiş. Böylece onların arasında bir dostluk ilişkisi kurulmuş. Pasternak’ın ‘Peredelkino’ kasabasındaki evinde ikisi sık sık bir araya gelmiş ve bu buluşmalar sırasında şiirler ve yaşam hakkında fikirler yürütülmüş. Pasternak’ın evindeki ‘şiir okuma dostluk geceleri’nden birinde de Voznesenski, oradaki şair, sanatçı ve müzisyenlerin huzurunda ‘Ustalar’ (‘Mastyera’) adlı yazdığı manzumesinin ilk sunumunu yapmış.

Voznesenski Pasternak’ın tek öğrencisidir. Pasternak, Voznesenski’ye Edebiyat Enstitüsüne gitmemesi yolunda telkinde bulunmuş çünkü Pasternak, Voznesenski’nin bu Enstitü’deki eğitimden ona faydalı olabilecek hiç bir şey öğrenemeyeceğinden, ve tam  tersine, yeteneğine zarar verebileceğinden endişe duymuş. Böylece Voznesenski, Moskova Mimarlık Enstitüsü’nde eğitime başlamış ancak mezun olmak üzereyken Enstitü’de bir yangın çıkmış ve yanmış belgeler arasında Voznesenski’nin diploma hazırlık tezi de yok olmuş. Mezuniyet toplantısı iki ay sonraya ertelenmiş ancak Voznesenski bunu bir kader simgesi olarak algılamış ve bu olayı, “Mimarlık Enstitüsünde Yangın” adlı şiirinde yarı mizah şeklinde kaleme almış.

Gerçekten Voznesenki, 1960lı yıllarında sanki alev almaya başlayan bir ateş gibi şiir dünyasına hızlı bir çıkış yapmış. O dönem tarihe, ‘Isınma’ dönemi olarak girmiş ve o sırada eserleriyle sahneye çıkan birçok delikanlı yazar ve şairlere de, Rusya’da ‘Altmışlılar’ (‘Şestidesyatniki’) diye ad vermişler. Sovyetler Birliği gençleri; altmışlılar’ın şiirlerini, çok ihtiyaç duydukları taze bir solunum gibi büyük bir coşkuyla karşılamışlar. Binlerce insanlı stadyumlar, konser salonları, meydanlar ve tıklım tıklım dolu üniversite binalarında şiir geceleri düzenlenmiş ve bu gecelerde Y. Yevtushenko, B. Ahmadullina, B. Okudjava, R. Rojdestvenski, A. Voznesenski ve başka birkaç genç şair yazdıkları şiirleri okumuşlardır.

Onlar, devlet sistemine karşı bir çıkışta bulunmamakla beraber o zamanki düzenin, tabiriyle, kötü şeylerden kendini arındırması ve daha insani bir görünüm ve içerik kazanması gerektiği yolunda olan inançlarını ve başta yaratıcılık dallarında olmak üzere insanlara daha çok özgürlüklerin verilmesi çağırılarını dile getirmişler. Ancak Sovyet bürokrasisi, buna sert biçimde direnmiş. Diğer genç şair ve yazarlar gibi Voznesenski’nin de sık sık üstüne gidilmiş. Çoğu zaman buna sebep olarak ABD, İngiltere, Fransa, Kanada, Federal Almanya Cumhuriyeti, İtalya ve Polonya’ya yaptıkları geziler öne sürülmüş. Voznesenski, “Mozaik” adlı şiir kitabında, ‘gebe’ kelimesini kullanmış olmasından dolayı ‘mustehcen’ yayın yapmakla suçlanmış. Bundan dolayı onun kitaplarını birkaç defa yasaklamaya kalkışmışlar. En sert ve en ağır eleştiriler Voznesenski’ye, zamanın Komünist Parti Başı olan N.Kruschev’ten gelmişti. Mart 1963’te Kremlin’de yapılan ‘Aydınlar Buluşması’ toplantısında Kruschev Voznesenski’yi, Sovyet sistemine karşı çıkmak ve Sovyet düzenini sarsmaya teşebbüs etmekle suçlamış ve Batı ülkelerine sık sık yaptığı gezileri kastederek ona “Patronlarının yanına ülkemizden defol (!)” diye bağırmıştı.

Voznesenski birçok ülkeyi dolaşmış, İngiltere, Macaristan, Norveç, Polonya, Fransa, İsveç, Avustralya’da konser salonlarında şiirlerini okumuş. ABD’nde sadece şiirlerini sunmakla kalmayıp Başkan Kennedy ailesi ile de tanışmış. Başkan’ın kardeşi Robert Kennedy, Voznesenski’nin şiirlerine hayran kalmış ve onların bazılarını İngilizceye çevirmiş.

Voznesenski; edebiyat, sanat ve felsefe dallarında 20nci yüzyıla damgasını vuran birçok insanlarla tanışmış ve onlarla dostluk kurmuş. Bunların arasında tiyatro yazarı Arthur Miller, yazar Kurt Vonnegut, şairler Jay Smith ve Stanley Kunitz, sinema oyuncusu Marilyn Monroe, yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre, düşünür Martin Heidegger, ressam Pablo Picasso da var. Onların birçoğunu evinde ziyaret etmiş ve kendi evinde de onları ağırlamış.

Voznesenski, dünyada ilk olarak ‘Videomalar’ (‘Sanal Şiirler’) yöntemini kullanmaya başlamış. Sözkonusu yöntem uyarınca kelimeler, düz yatay şekilde değil jeometrik figürler halinde yer alıyor, ve ayrıca bazı harfler veya kelimelerin belli kısmı da, şu veya bu eşyanın bir parçası olarak gösteriliyor. Voznesenski’nin videomaları, New York, Paris ve Berlin’de başarıyla sergilenmiştir. Şair, hayatının sonuna kadar bu yöntemi kullanmıştır.

1964’te Moskova’nın meşhur ‘Taganka’ Tiyatrosu, Voznesenski’yi “Şair ve Tiyatro” adlı bir gece programını düzenlemek için davet etmiş. İki ay süren prova sonucunda gecenin senaryosu tamamiyle değişmiş ve sırf Vozneseski’nin şiirlerinden oluşan “Karşı Dünyalar” adlı yeni bir oyun sahnelenmiş. Bu oyun 15 yıl boyunca ardarda tam 800 kere oynanmış. Bunun yanısıra 1981 yılında Voznesenski’nin de şiirlerini içeren “Yunona ve Avos” isimli rock opera, çok başarılı ilk sahne sunumu yapmış. Ancak Batı basını bu operayı Sovyet sistemine karşı olan bir eser olarak tanımlamış. Bu sebeple operaya katılan tiyatro oyuncuları uzun yıllar boyunca yurtdışına çıkma izni alamamışlar. Voznesenski’nin Pierre Cardin ile olan kişisel dostluğu sayesinde “Yunona ve Avos” operası Paris, New York ve dünyanın birçok en büyük şehirlerinde sahnelenmiş.

Andrei Voznesenski, ilk şiirleri çıktığı andan itibaren çok büyük bir popülerlik kazanmış. Onun ilk kitapları, sansür tarafından yasaklanmış olmasına rağmen her geçen gün daha da değerli olmaya başlamış. Bu kitaplar, sürekli elden ele dolaşmış, okurlar şiirleri not defterlerine kendi elleriyle yazarak onları bu şekilde çoğaltmışlar. Voznesenski eserlerinin ‘Batılı’ gibi görünüyor olması, hiç te onların Sosyalist Devlete karşı olduğu anlamına gelmiyordu. Nitekim, şair, hem Sovyet hem Batı dünyalarında olup bitenlerin ve yaşanan zorlukların sebeplerini arayıp bulma süreci içerisindeydi.

Voznesenski şiirlerinin temelinde sevgi teması yatmaktadır. Ancak bu sevgi, dışarıdan farkedilebilen bir sevgi değil, şairin kendisinin yaşadığı çok derin ve içten olan duygularının ifadesidir. Voznesenski’nin birçok şiiri ünlü bestecilerin müziği eşliğinde şarkılara dönüşmüş ve günümüzün popüler sanatçıları onları hala sunmaya devam etmektedir.

Gertrude hanım, Voznesenski şiirlerinden esen ‘müziğin’, Doğu ve Türk şiirlerini özendirdiğini belirtmişti. Kendisi, Fransızca’dan Türkçe’ye çeviri yaparken beraber çalıştığı Ahmet Necdet’in şiir yazma uslübünün, Voznesenski’nin uslübüne çok yakın olduğunu söylemişti. Gertude hanım, “Ahmet Necdet beyin kullandığı dil, çok doğal ve su akışı gibi çok hoştur ve kendisi en zor duygu ve düşünceleri bile çok basit bir dil kullanarak ifade edebilme yeteneğine sahiptir” demişti. Gerçekten de öyle. Ahmet Necdet bey, tam bir şair gözüyle dünyaya bakan bir insandı. Aldığı eğitime ve sonraki mesleğine göre kendisi bir coğrafya uzmanıydı. Çok başarılı bir karyer de yapmış, Profesör olmuş, Üniversite kademelerinde üst mevkilere gelmiş. Ancak kendisi “Benim bütün bu yaptığım işler sadece bir hobidir” diyerek şaka eder ve hemen şunu eklerdi: “Oysa benim asıl misyonum Şiirdir”. Ahmet Necdet bey, çok şiir yazmış ve birçok yabancı eseri Türkçe’ye çevirmiştir. Kendisi, fazlasıyla iyi niyetli ve dış dünyaya açık bir insan olduğu için Voznesenski’nin eserlerini ta ince noktalarına kadar gayet güzel bir şekilde algılayabilmiş. Sanki her ikisi, sadece ikisinin bildiği ortak bir dilden konuşup bu ortak dilde kendi eserlerini yazmış gibi.

Gertrude hanım, Ahmet Necdet bey ve ben üçümüz, başka başka ülkelerde doğup büyümüş olmamıza rağmen, kendi aramızda kanımca gayet iyi anlaşıyorduk. Kuşkusuz Gertrude hanım, bu üçlü birliğimizin hem belkemiğini, hem kalbini oluşturuyordu. Bazen ufak tefek görüş ayrılıkları olduğu zaman Gertrude hanım, çok akıllıca bunları kolay ve çabuk bir şekilde gidermemize yardımcı oluyordu. Böyle güzel bir organizasyon ve uyum içerisinde çalışarak 1997 yılında, Voznesenki’nin 1990lı yıllar öncesi yazdığı Türkçe’ye çevirilmiş şiirleri kitabını baskıdan çıkarttık. Bu kitapta ağırlrklı olarak, insanların duygusal yaşamlarını, bazılarının da feci kaderli öykülerini anlatan eserler yer almakta. Ahmet Necdet beyin önerisi üzerine bu kitabı, içinde bulunan şiirlerden birinin adını kullanarak “Telefon Kulübesi” diye adlandırdık. Bunun sebebi de şu. Bu kitap vasıtasıyla Voznesenski, adeta Türk okurlarına ilk defa ‘telefon açıyor’. Biz de bu konuda ona yardımcı olmaya çalıştık. Voznesenski’nin hayatında en çok arzu ettiği şey, okurlarının onu ‘duyabilmeleriydi’. Türk okurlarının, Gertrude hanım sayesinde, şairin sesini ‘duyabileceklerine’ ve onun yazdığı şiirleri seveceklerine inanıyorum.

Taşkent, 11 Aralık 2019