Prof. Dr. Mümtaz PEKER (Hacettepe Üniversitesi, Ankara –TÜRKEI )
Email: mumtazpeker@hotmail.com
Giriş: Bu yazı gönüllü göçle varış noktasına ulaşan göçmenlerin, kültürleşme sürecini dört farklı örnekle tartışmayı amaçlıyor. Özellikle köy-şehir göçü çalışmalarında ileri sürülen, göçmenlerin varış noktası kültürünü benimseyecekleri, yerleşiklerin kültürel kalıplarını içselleştirecekleri görüşünün geçerliliği bu bağlamda doğrulanmıyor.
Göç çalışmalarının hipotezi, şehirli kültürü diye evrensel bir kültürün varlığını ileri sürüyordu. Hipotez, köyden şehre göç edenlerin kentli toplumla bütünleşmesinin, göçmenlerin yerleşiklerin kültürünü benimsemeleriyle kültürleşmenin gerçekleşebileceğini varsayıyordu. Ne var ki bu beklenti antropolojinin, iki kültürün birbiriyle etkileşime girdiğinde ortaya çıkan yeni kültürel kalıpların iki taraftan da gelen öğeleri içereceğini ileri süren kültürleşme kuramıyla uyuşmamıştı[1]. Göçmenlerin varış noktası kültürünü benimseme ile birlikte kültürleşmenin olacağı hipotezi yapılan göç çalışmalarında da doğrulanmamıştı.
Göç sürecinde gerçekleşen kültürleşme bağlamında tartışacağımız, ülkemize özgü olan dört farklı örneği aşağıdakiler oluşturuyor.
a- Behice Boran 1942 yılında Manisa köylerinde yaptığı çalışmada, “ göçmenler, yerlilerle karışıyorlar; karşılıklı “sosyal alıp verme” neticesinde her iki taraftan da unsurlar taşıyan mürekkep ve müşterek bir kültür teşekkül ediyor. Şüphesiz temamile veya büyük bir ekseriyeti yakında gelmiş göçmenlerden müteşekkil olan köyler nüfusun, arkada bıraktıkları cemiyetten beraberlerinde getirdikleri sosyal vasıfları daha uzun zaman taşıyacağını”[2] ileri sürüyordu.
b- Ülkemizde 1945-50 döneminde başlayan nüfussal dönüşümle birlikte gerçekleşen hızlı nüfuslanma iç ve dış göçü ( misafir işçi göçünü) başlatmıştı. Özellikle ülkemizin beş büyük şehrine (İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa) yönelen iç göçlerde, göçmenlerin ilk kuşağının kentle bütünleşemedikleri, kentsel kültürel kalıpları benimseyemedikleri değişik çalışmalarda ortaya konulmuştu[3]. Şehre gelen göçmenler burada, köyden bildikleri “aile-din” kurumu ikilisine sımsıkı sarılmışlar, kentsel kurumlarla ilişkilerini sürdürmekte ikircikli davranmışlardı. Kültürleşmeyi en alt düzeyde gerçekleştirmişler, kentsel yaşamlarında “aile-din kurumu” değerleriyle uyuşmayan kültürel kalıpları ötelemişlerdi. Bunun örnekleri nüfusbilimin çalışma alanlarında açıkça görülmüştü.
1960’lı yıllarda ülkemiz kırsal kesiminde süregelen yüksek doğurganlık, göç edilen beş büyük şehirde de köylü göçmenler tarafından sürdürülmüştü. Göçle büyüyen şehirlerin nüfusu doğurganlık açısından ikiye ayrılmış; evli çiftlerin sağlık hizmetlerinden yararlanma oranları arasında anlamlı farklılıklar oluşmuştu. Benzer farklılık özellikle bebek ve çocuk ölüm hızlarında da gerçekleşmişti[4]. Buna karşın beş büyük şehirde 1950 yılında gerçekleşen boşanma hızları, köy-şehir göçü nedeniyle 1950-1965 döneminde azalmıştı. Beş büyük şehrin 1950 yılındaki boşanma hızı, öteki şehirler ortalamasından yüksek olmuş; fakat 1965 yılındaki boşanma hızı alınan köylü göçünden ötürü öteki şehirlerden düşük hızda gerçekleşmişti[5].
c- 1960’lı yıllarda, nüfussal dönüşümün ikinci aşamasının sürdüğü ülkelerde olduğu gibi ülkemizden de Avrupa ülkelerine “misafir işçi göçü” başlamıştı. Göç alan ülkelerde her türlü düşük nitelikli hizmet işlerini göçmen işçilerin yapması bu süreçte gerçekleşmişti. Göçmen işçiler, varış noktası sosyal yapısı içinde en alt katmanda yer almışlardı. Bu konumuyla çevre ülkelerden Avrupa ülkelerine gelen göçmen işçiler, varış noktası kültürünü bütünüyle benimseyememiş, genellikle göçe kalkış noktası kültürleri ile varış noktasındaki yaşamlarını sürdürmüşlerdi. Oluşan kültürleşme düzeyiyle göçmen işçilerin kalıcı mı, geçici mi yoksa iki kültür arasında bütünleştirici bir işlevi mi yerine getirecekleri tartışmasına açık bir yanıt verilememişti.
d- Türkiye’de 1980’li yıllarda, merkez ülkelerin yönlendirmesiyle yüksek eğitimde önemli bir dönüşüm başlamıştı. Yabancı dille eğitim veren mühendislik, sosyal ve sağlık bilimlerinin ilk yüzde beşle öğrenci alan bölümlerine gençlerin ilgisi bu nedenle artmıştı. Zaman içinde bu bölümleri bitiren gençlerin büyük çoğunluğu eğitimlerini sürdürmek ya da çalışmak için merkez ülkelere göç etmeye başladılar. Başlangıçta beyin göçü olarak gerçekleşen süreç, daha sonra gençlerin aile servetleri ile birlikte sermaye göçüne dönüşmüştü. Gençler varış noktası sosyal yapısının üst ve üst ortası içinde yer alıyor; varış noktasındakiler ile bir “yarış ve rekabet” içine giriyorlardı. Göçe katılan gençlerin dil sorunu olmadığı için, varış noktası kültürü ile kalkış noktası kültürü arasında karşılıklı bir alış-verişi rahatlıkla yapabiliyorlardı. Yarış ve rekabetin tüm hızıyla sürdüğü bir ortamda kendini göstermek isteyen gençler, kültürleşme konusundaki engelleri kolaylıkla aşıyor; kendi yerel kültürünü de onlara anlatabiliyor ya da aktarabiliyordu. Böylece farklı bir kültürleşme süreci yaşanıyordu.
Kültürleşme Farklılığı Nereden Kaynaklanıyor? Yukarıda örneklediğimiz dört farklı kültürleşme olayı, siyasal kültürün etkisi ile açıklanabilir mi?
Siyaset genel kabul gören tanımı ile insanların yaşamını düzenleyen kurumları ve kuralları oluşturma; bunları korumayla birlikte geliştirilen çağdaş görüşleri uygulama, uyarlama çalışması olarak kabul görür. Bu bağlamda siyaset hem çatışma hem de işbirliği olgularıyla karmaşık bir bağlantı oluşturur. Bir yandan karşıt fikirlerin, farklı isteklerin, yarışma ve rekabet halindeki tutum ve davranışların varlığı kabul edilir; öte yandan kurumlar-kurallar temelinde farklı görüşlerin yarıştığı ve uzlaştığı bir kültürleşme süreci gerçekleşir[6]. Siyasetin tek boyutlu olmayan karmaşık doğası nedeniyle göçmenlerin ve yerleşiklerin istemleri, rekabet ve yarışmaları bu bağlamda incelenebilir.
Siyasal kültür yerleşiklerin egemen kültürü ile ilgili olsa da, onunla aynı şey değildir. Bu bağlamda “ bir toplumun siyasal kültürü, o toplumun üyelerinin politik sisteme yönelik kavrayışları, kanaatleri ve değerleri içselleştirmeleri ve yaşamlarını buna göre düzenlemeleri” olarak görülebilir. İçselleştirilmiş davranış kalıpları ile yaşamlarını bir yerleşim biriminde uzun zaman diliminde sürdüren yerleşikler, benzer tutum ve davranışı göçmenlerden de bekliyor olabilir. Ne var ki göçmenlerin göçe kalkış noktası siyasal kültürünün benimsedikleri tutum ve davranışlarını bırakıp, varış noktası siyasal kültürünün oluşturduğu tutum ve davranış kalıplarını yaşamlarına uygulamada zorlandıkları gözlemlenmişti. Bu nedenle göçmenlerin ve yerleşiklerin, mevcut siyasal kültürün işleyişi içinde karşılıklı sosyal alış-verişle kültürleşme sürecini yaşadığı hipotezi test edilmişti. Bu süreç Almond ve Verba’nın ortak çalışmalarında belirttikleri gibi üç farklı tipte oluşuyordu[7].
a-Yerel siyasi kültür: Bu siyasal kültür biçiminin egemen olduğu kırsal toplumlarda siyasal rollerin uzmanlaşmadığı görülüyor. Toplum üyelerinin siyasal yönelim rolleri çoğunlukla onların din ve aile kurumlarından kaynaklanıyor. Yazarlar, kırsal toplumda, siyasal sistem tarafından başlatılan değişim beklentilerinin yokluğunu ileri sürseler de, bizim örneğimizde, merkezi siyasal sistemin ileri sürdüğü kültürleşme varsayımı yerleşikler ve göçmenler temelinde gerçekleşebiliyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarında güdülen nüfus politikalarından biri de ulusal sınırlar dışında kalmış Türklerin dış göçünü özendirmek olmuştu. Özellikle Balkanlarda yaşayan nüfusun tarım teknolojileri ve tarımsal üretim bilgilerinin, Anadolu’da yaşayanlardan farklı olduğu gözlenmişti. Oluşan ulus devlete bağlılıkları yüksek olacağı düşünülen bu nüfusun göçünün özendirilmesinin iki nedeni vardı. İlk neden Balkanlarda değişik etnik grupların oluşturduğu ulus devlet yöneticilerinin, Türk kimliklilerin ülkeyi terk etmelerini öngören politikalara öncelik vermesi olmuştu. Genç Cumhuriyet yöneticileri, Türk kimliklilerin bu politikalardan daha fazla rahatsız olmamalarını sağlamayı amaç edinmişti. İkinci neden ise, Balkanlarda gelişmiş tarım teknolojisi ve tarımsal bilginin bu nüfus tarafından Anadolu insanına aktarılacağını; bir kültürleşme sürecinin başlayacağını; bu aşının tutacağını varsaymışlardı. Varış noktası olan ülkemizde göçmenlerle yerleşiklerin aile ve din kurumu bağlamında farklılıklarının anlamsızlığı, değişik sosyal alış verişte dil birliğinin kurulması kültürleşmeyi sağlamıştı. Hiç şüphesiz bu süreçte Genç Cumhuriyet yöneticilerinin göçmenlere sağladığı değişik olanaklar, göçün gerçekleştiği günün zor koşullarında çok anlamlı olmuştu. Göçmenler varış noktasını son vatan toprağı olarak görmüşler, güdülen siyasal politikayı haklı çıkaracak kültürleşmeyi, yerleşiklerle birlikte gerçekleştirmişlerdi. Bunun tipik örneğini göçmenlerin yerleştirildikleri kırsal alanlarda, Balkanlardaki tarımsal teknolojinin kullanılmasını yaygınlaştırmaları, tarımsal üretim bilgisini aktarmaları ile birlikte tarımsal üretimde artışın gerçekleşmesi oluşturmuştu. Öte yandan ulaşımda öküz-kağnı ikilisi yerine yaylı araba-at ikilisi öne çıkmış, çift sürmede yararlanılan öküz-saban ikilisini, beygir-pulluk ikilisi dünde bırakmıştı. Özellikle sulu tarıma ilişkin bilginin aktarımı ile birlikte tarımda farklı ürün yetiştirme olanakları doğmuştu.
Kültürleşme olayı tarımsal üretimle sınırlı kalmamıştı. Köy yaşamının değişik alanlarında da gerçekleşmişti. Bunun örnekleri dokuma, barınma, beslenme, ürün işleme ve günlük ilişkilerde de kültürleşme olarak sürmüştü.
b-Uyrukluk(Tebaa-Cemaat) Kültürü: Genç Cumhuriyetin, kurumsallaşma ve kuralları egemen kılmayı amaçlayan siyasi politikasının başarısı, nüfusun büyük çoğunluğunun (%70) nüfusu 500’den az köylerde yaşamasından ötürü sınırlı kalmıştı. Bu yerleşmelerdeki nüfus Genç Cumhuriyet’le birlikte, din-tarım toplumu geleneklerine-göreneklerine göre uyrukluk kültürü içinde yaşamını sürdürmüştü. Genç Cumhuriyetin çağdaş eğitim politikasının, yeterli öğretmen olmamasından ötürü ulaşamadığı bu köylerde, dinsel eğitim geleneksel biçimiyle sürmüş; fakat güdülen yeni sağlık politikası aynı köylerde etkisini göstermişti. 1945-1955 döneminde ölümlerin güdülen sağlık politikasıyla birden azalması sonucu başlayan nüfuslanma, köylerdeki sosyal yapının sürmesini zorlaştırmıştı. Köylerde dinsel eğitimle yetişen bu genç nüfusun iç ve dış göçle varış noktasında “aile-din kurumuna” bağlılıkları sürmüştü. Göçmenler varış noktasında politik bir sistemin varlığını ve uygulamalarını görüyor; fakat siyasal yaşama aktif olarak katılımı uyrukluk kültürü değerlerinden ötürü düşünmüyorlardı. Göçmenler iç ve dış göçle ulaştıkları varış noktasında yerel ve merkezi yönetimin etkinliğini birebir yaşıyorlar, sisteme duygusal olarak bağlılıklarını geliştiriyorlardı. Örneğin iç göçle şehre gelenler burada, köyde hiç görmeyecekleri fırsatlardan yararlanmaya başlamışlardı. Benzer şekilde yurt dışına giden göçmen işçilerin eli para görmüş, kalkış noktasına kaynak aktarımıyla sınırlı dünya görüşü temelindeki hayallerini ( kalkış noktasında ev, bağ, tarla v.b. almayı) gerçekleştirebilmişlerdi. Ne var ki sisteme duygusal olarak bağlılık, göçmen işçiyi sistemin meşruiyetini katılımcı ya da ret edici olarak değerlendirmeye zorlamamıştı.
Bunun iç göçteki belirgin örneğini göçmenin “aile-din kurumu” ikilisi kültürel değerlerini hep önde tutması, öteki kurumlara ölçülü davranması oluşturmuştu. Uyrukluk kültürü içinde olan göçmen, merkezi ve yerel yönetim uygulamalarına karşın pasif tutumunu sürdürmüş, aile-din kurumu kültürünün savunucusu olmuştu. Özellikle yerel yönetim uygulamalarına katılımını cemaat kültürü bağlamında kurgulamış, bu kültürü savunan yerel yönetim ve il genel meclisi adaylarını hep desteklemişti. Yerel yönetim ve il genel meclisi adaylarına göçmenin desteği, kendisinin barınma sorununda merkezi yönetimin çıkardığı af yasaları ile tepe değerine ulaşmıştı.
Ülkemizde içgöç sürecinde başlayan köylü-şehirli kültürleşmesi, güdülen siyasi politikanın etkisi ile yön değiştirmiş, egemen konuma gelmeye başlayan “öteki dünyacı din kültürü” başta eğitim olmak üzere diğer kurumları da etkilemiş, değişimi farklı bir düzleme taşımıştı. Göç alan şehirlerde, süreç içinde yerlilerin uzun yıllarda oluşan kültürünün benimsenmesi değil, uyrukluk kültürüne yönelme başlamıştı.
Örnek olay: Uyrukluk kültürüne yönelimi merkezi yönetimin çıkardığı ve Kamuoyunda imar barışı olarak adlandırılan düzenlenme büyük ölçüde etkiledi. Düzenleme, 3194 sayılı İmar Kanunu’nda afet risklerine hazırlık kapsamında ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı olan yapıların kayıt altına alınmasını öngörüyordu. Böylece Devlet ile vatandaş arasında uzlaşma sağlanması amaçlanıyordu. İmar Kanunu’na eklenen Geçici Madde 161 ile 31/12/2017 tarihinden önce yapılan ruhsat ve ruhsat eklerine aykırı yapılara Yapı Kayıt Belgesi (YKB) verilecekti. Yapı Kayıt Belgesi Verilmesine İlişkin Usul ve Esaslar 06.06.2018 tarihli ve 30443 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmış, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü tarafından 06.07.2018 tarihinde yayımlanan 2018/8 sayılı Genelge ile cins değişikliği ve kat mülkiyeti işlemleri düzenlenmişti.
Merkezi yönetim bu eylemiyle uyrukluk kültürüne yönelimi, şimdiye değin etkin olan yerel yönetimlerin denetimini işlevsiz kılarak başlatmıştı. Yerel yönetim denetiminin devre dışı kalması ile birlikte, yurttaş özendirilen uyrukluk kültürünü ikilemde kalsa da benimsemiş ya da gönülsüz olarak katılmıştı. Yurttaş, bu bağlamda kamu ile yaptığı tüm sözleşmeleri bir kenara atmış; kaçak konut sahipleri gibi yasal konutunda yaptığı ya da yapacağı büyük çaplı değişikliğin derdine düşmüştü. Bunun ilginç örneğini ikinci konutu (yazlık ev-villa v.b) olan, daha üst düzeyde eğitimi, geliri ve toplumsal statüsü üst-üst orta grup üyelerinin davranışı oluşturmuştu. İkinci konut sahipleri, komşusunun, site ve yerel yönetimin iznini almadan konutuna gerekli eklemeleri yapma yarışına girmiş, bunu da kısa zamanda başarmıştı. Toplum, uyrukluk kültürünü benimseyenler ile bu uygulamanın bir felaket olacağını düşünenler olarak ikiye ayrılmıştı. Bu süreçte Merkezi yönetimin temel amacı, yurttaşın konutunda yaptığı değişikliğin bildiriminden gelecek paranın çoklaştırılması olmuştu.
Demokratik kurumların denetimini öteleyen bu uygulamada görülen uyrukluk kültürüne yönelim, genellikle farklılaşmamış toplumsal kurumların oluşmadığı toplumlarda gerçekleşebiliyor. Modernleşme kuramcılarının ileri sürdüğü, çağdaş toplumsal kurumların oluşumunun belirginleştiği toplumlarda geri dönüş olmaz görüşü burada yadsınmıştı. Dahası demokratik kurumların geliştiği toplumlarda yaşayan göçmen işçiler de, ülkemizde sahip oldukları yazlık-kışlık konutlarında daha etkin değişiklik yapma yarışına girmişler, hemen uyrukluk kültürüne yönelmişlerdi. Kabaca toplum, bize özgü oluşturulan Başkanlık sisteminin çıkardığı yasaya, dört elle sarılmada bir sakınca görmemişti.
Uyrukluk kültürünü öne çıkaran siyasal kültür, toplumun din, ahlak, gelenek-görenek ve gösterişçi tüketim eğilimlerini ne kadar kapsıyorsa, o toplumun bireyleri açısından siyasal sistemin kabullenirliği artıyor. Bu bağlamda siyasal kültürün dönüşüm sürecine farklı toplumsal tabakaların geniş ölçekte katılımı, toplumsal uzlaşıyı etkinleştirebiliyor. Örnek olayda ileri sürdüğümüz toplumu ikiye bölen, kültürleşmenin farklı oluştuğu toplumumuzda, siyasal sistem kararlı demokratik işleyişe kavuşmada gelecekte sıkıntılarla karşılaşabilir. Böylesi bir durumun oluştuğu toplumumuzda kriz görülebilir.
Ülkemiz bağlamında uyrukluk kültürünün yaşandığı bir başka alan “misafir işçi göçü” sürecinde oluştu. Yurt içi göçte olduğu gibi yurt dışına gidenler de varış noktasında “aile ve din” kurumu değerleri yanı sıra yerel ağlara da büyük önem atfederek yaşamlarını kurgulamışlardı. Göçmenler, varış noktasının en alt sosyal tabakası içinde, kalkış noktası kültürel değerlerine bağlılıktan ötürü kültürleşmeyi istenen düzeye çıkarmada zorlanmışlardı. Bunda göçmenin varış noktası dilini bilmeme ve bu dili öğrenme çabasının olmaması da önemli bir değişken olmuştu.
Varış noktası siyasal kültürü içindeki göçmen, politik sistemin varlığını ve uygulamalarını birebir yaşamasına karşın, siyasal sisteme aktif olarak katılımı değişik nedenlerle yapamıyordu. Göçmen yerel ve merkezi yönetimin gücünü her eyleminde görebiliyordu. Kalkış noktasına göre çok iyi bir geliri olduğu için, sisteme duygusal olarak uyum sağlamış, sistemi beğenmiş, sevmiş belki de tersi duygular içinde kültürleşememenin sıkıntılarını yaşamaya başlamıştı.
Göçmenin siyasal sistemden beklentisi, tek başına katıldığı göç sonucu gurbet elde kavuştuğu çalışma sürecinde aile bütünlüğünün oluşturulması; barınma koşullarının iyileştirilmesi ve bir dizi sosyal hizmetlere ulaşımının sağlanmasıydı. Umutlarının gerçekleşmesini beklerken; işine son verilmesi, vergilerin artırılması ve beklenmedik olayların gerçekleşebileceği tedirginliği içindeydi. Beklentilerini gerçekleştirecek, kaygılarını giderecek siyasal sistemi oluşturabileceğini hiç düşünmüyordu. Göçmen, işçilikle başlayan bu yeni sistemde kendi yaşamına, dini lider ve yerel ağlardan gelen bilgileri öne koymakta bir sakınca görmüyordu.
Ucuz konutlarda barınan, kalkış noktasındaki tüketim kalıplarını değiştirmeyen göçmen, öncelikle tasarruflarını çoklaştırmayı amaçlamıştı. Bu nedenle göçmen çalışma saatlerinin dışında da bulabildiği ek işlerde çalışıyor; iyi para kazanıyordu. Çoklaşan tasarruflarını varış noktasında değil, kalkış noktasında değerlendirmesi öncelikli olmuştu. Kalkış noktasında ilk olarak tarım yapabileceğini düşündüğü arazileri satın almaya başlamıştı. Türkiye’de 1950’li yıllarda başlayan iç göç nedeniyle tarım arazilerinin satışı için bir arz oluşmuştu. Bu arza talep, göçmen işçi tasarruflarından gelmişti.
Süreç içinde göçmen işçi tasarruflarının artması, döviz-TL değer eşitliğinin değişmesi ile birlikte işçilerin talep eğrisi kalkış noktasında yeni bir konut ya da işyerleri almaya yönelmişti. Kısa süre içinde ev ve işyeri fiyatları artmıştı. Zamanla bunun bir balon olduğu görülmüş, bu alana tasarruflarını yatıran göçmen işçilerin büyük zararları olmuştu[8].
Ülkeye aktarılan işçi tasarruflarının değerlendirilmesinde önemli olan diğer nokta göçmen işçilerin göçe kalkış yerlerine sanayi yatırımı yapma şeklinde gerçekleşmişti. Zamanında “Türk Modeli” olarak da tanımlanan işçi şirketleri süreç içinde hızla büyümüştü. Bu oluşumla aynı dönemlere denk gelen göçmen işçi tasarruflarını bir başka biçimde değerlendirme yolu ise köy kalkınma kooperatifleri modeli olarak gelişmişti. Köyden yurt dışına gönderilecek işçi göçü ile kırsal bölgelerin köy kalkınma kooperatifleri aracılığı ile kalkınabileceği varsayılmıştı. Bu model çerçevesinde köyden giden göçmen işçiler ülkeye kaynak aktarmaya başlamıştı[9].Göçmen işçilerin tasarruflarını değerlendirdikleri bir başka yol, uyrukluk kültürü bağlamında yukarıdaki girişimlerle birlikte ya da bunlardan bağımsız olarak hızla gelişmişti. Din kurumu ve yerel ağlardan gelen istemlere son derece açık olan göçmenlerin, bu ikiliden gelen önerileri hiç sorgulamadan tasarruflarını bunların projelerine yatırmaları hızlanmıştı.
Göçmen işçi tasarrufları T.C. Merkez Bankası kayıtlarına göre 1964 yılında 8.1 milyon dolar düzeyinde gerçekleşmişti. Göçmen işçilerin gerek bireysel gerekse örgütsel amaçlı olmak üzere Türkiye’ye aktardıkları kaynak yıllara göre artmıştı. Bu artış 1970’li yıllarda da sürmüş, dış ticaret açığı 1972 yılında kapamıştı. İşçi tasarrufları 1980’li yıllarda iki milyar dolar düzeyini aşmıştı. Süregelen artış 1990’lı yıllarda da devam etmiş, 1998 yılında 5.3 milyar dolara ulaşmıştı. Bu tarihten sonra göçmen işçilerin ülkeye kaynak aktarımı azalmış, 2003 yılında bir milyar doların altına düşmüştü[10].
Bu sürecin yönetilmesi, fırsatın değerlendirilme biçimi konuyu uyrukluk kültürü bağlamında anlamamızı kolaylaştırmıştı. Bunu iki şekilde görmemiz mümkün olmuştu. İlk olarak göçmen işçilerin bireysel girişimleri ile kalkış noktasında edindikleri tarım arazilerinin, konutların, işyerlerinin değeri zaman içinde azalma eğilimine girmişti.
Örgütlü girişimlere aktarılan göçmen işçi tasarrufları, bu girişimlerin öngörülen biçimde gelişmemesinden ötürü göçmen işçiler büyük kayıplara uğramıştı. Gecikmeli olarak kurulan DESİYAB’ın sınırlı kaynaklarıyla sorunlara çözüm arayışı süreç içinde yeterli olmamıştı. Başlangıçta öngörülemeyen biçimde başlayan yatırım hamlesinin hızı zamanla kesilmeye başlamıştı. 2003 sonrasında göçmen işçi kaynaklı olmak üzere ülkemize aktarılan kaynak miktarı önemini kaybetmiş, aktarılan kaynak küçülme sürecine girmişti
Yukarıdaki örneklerden farklı, yönetimi din (cemaat) ve yerel ağ ilişkisinde olan, kaydı tutulmayan, büyüklüğü bilinmeyen işçi tasarrufu aktarımı da aynı süreçte olmuştu. Uyrukluk kültürü kurallarına göre oluşan bu kaynak aktarımı, değişik cemaat ve yerel ağ aktörleri kanalı ile yapılıyordu. İşçilere güven cemaat liderlerinin ya da yerel ağda etkili olanların bant kayıtları ile veriliyordu. Tahmin edileceği gibi ilişkiler yurt dışında çoğunlukla cami, mescit ve yerel ilişkilerin oluştuğu kahvehane türü mekânlarda gerçekleştiriliyordu. Uygulamanın yapıldığı mekânlarda sergilenen davranış biçimleri göçmen işçiyi tüm benliği ile kapsıyor, uyrukluk kültürüne bağlılığını artırıyordu.
1980’li yıllarda merkezi yönetimce benimsenen “Türk-İslam” görüşü ile birlikte, uyrukluk kültürünü geliştirecek uygulamalar başlatılmıştı. Göçmen işçilerin yoğunlukta oldukları şehirlere, maaşları Dünya İslam Birliği Sekreterliği tarafından ödenmek koşuluyla uyrukluk kültürünü benimsetecek din adamları gönderilmişti. Göçmen işçileri, uyrukluk kültürü bağlamında oluşturacak, “milli görüş teşkilatları”, “dinsel amaçlı vakıf ağı”, “İslam Kültür Merkezi” kurulmuştu. İşçilerin kaynak aktarımını sağlayacak Faisal Finans ve El Baraka Türk v.b bankalara çalışma izni verilmişti. İşçileri bilgilendirmek üzere değişik tarikat liderleri ( Kadir Mısıroğlu, Cemalettin Kaplan, Süleymancılar v.b.) konuşma yapmak üzere Avrupa şehirlerine gidiyorlardı. Dini liderler uyrukluk kültürünü benimsetecek konuşmaları ile göçmen işçilerin sözde dini ekonomik kuruluşlara tasarruflarının aktarılmasını çoklaştırıyorlardı[11].
Sonuç olarak Türkiye, nüfussal dönüşüm sürecinde bir kez karşılaştığı tarihi fırsatı, uyrukluk kültürünü egemen kılma çabasıyla kaçırmıştı.
c- Katılımcı ve Karmaşık Kültür: Yurttaşlık kültürü olarak kabul edilen katılımcı-karmaşık siyasal kültürlerin, açık biçimde birbirinden ayrışmadığı söylenebilir. Söz konusu kültürlerin işlevselliği, genel bir eğilim olarak göçmenin siyasi sistemin demokratik tutum ve davranışları benimsemesine göre değişebilir.
Böylesi siyasal sistemlerde göçmen, sosyal-siyasal sistemin işleyişine açık bir şekilde katılabilecek, küresel vatandaş konumuna gelebilecek niteliğe sahiptir. Göçmen kalkış noktası kültürel değerlerin yanı sıra varış noktasındaki katılımcı-karmaşık değerlere karşı yabancı değildir. Birey, göçmen işçilerde olduğu gibi alt düzeyde bir yaşama katlanan, edilgen konumda olan değildir. O, artık katıldığı toplumun aktif bir üyesi gibi davranabilen, öteki ile her koşulda yarışabilen bir özne konumuna gelmiştir. Birey siyasi, ekonomik ve sosyal alandaki davranışları ile bu davranışının getireceği sonuçlar arasında akılcı bağlar kurmuş, sistemden beklentilerini buna göre düzenlemiştir. Öteki ile birlikte dünyevi bir yaşamı daha iyi koşullarda nasıl sürdürebileceğini sorgulayan göçmen birey, kendini katıldığı bu toplumun yurttaşı olarak görür, sistemin olanaklarından yararlanma hakkı kadar, sisteme üreterek de katkı koyması gerektiği bilincindedir.
Göçmen işçiden farklı olan bu tip ülkemizde 1980’li yıllarda oluşmaya başlamıştı. Bu oluşumu ülkemizdeki yüksek öğretimdeki değişim yanı sıra ailelerin çocuklarına atfettikleri psikolojik değer geliştirdi. Kamunun ve ailelerinin kaynakları sayesinde nitelikli olarak yetişen bu gençler özellikle 2000 yıllarda, ülkemizde egemen olan uyrukluk kültürü bağlamında lidere biat edemeyeceklerini görmüşlerdi. Her biri bir başarı hikâyesi yazmak istiyor; fakat bunu ülkemiz koşullarında gerçekleştiremeyeceklerini düşünüyorlardı.
1980’li yıllarda merkez ülkeler nüfussal dönüşümden ötürü yaşlanmaya ve azalmaya başlayan nüfuslarını, çevre ülkelerde nitelikli biçimde yetişmiş, dil sorunu olmayan gençlerin göçünü özendirecek politikaları uygulamaya başlamışlardı. Küreselleşmenin filizlendiği toplumda, küresel vatandaşlığın gerek lisans sonrası eğitim gerekse yeni iş alanlarında gençlere istihdam olanağı yaratmakla sağlanması yolunda özel sektör öncülüğündeki politikalar bunun tipik örneklerini oluşturmuştu.
Göç eden gençler varış noktası toplumuyla kültürleşme yanında, çocuklarına bunların dilini öğrenme, iyi bir eğitim görmeleri için kaynak aktarmaktan da çekinmiyorlardı. Bu içsel bir baskı olarak yer etmişti. Dışlanmamak en büyük bir dert olmuştu. Ana dili yanında varış noktasında egemen olan dillerin öğrenilmesinin, kültürleşme açısından önemli olduğu düşünülüyordu. Yerel dilin kaybı ve varış noktasındaki dilleri öğrenmeme insanların sağlığını ve refahını önemli ölçüde etkilediği gözlenmişti. Siyasal sistem bunun gerçekleşmesine, göçmenlerin yerel dilini korumaları için yapılacak çalışmalara destek vermeye başlamıştı[12].
Ülkemizde 2000’li yıllarda hız kazanan beyin göçü, daha sonraki yıllarda gençlerin aile servetleri ile birlikte göçüne dönüşmüştü. Değişik ağları kullanabilen gençler, aile servetlerini varış noktasında daha iyi değerlendirebileceklerini düşünüyorlardı. Bu konuda Dalgıç şunları yazıyor. : “18 yıl önce geldiğim Dallas’ta Türklerin sayısı fazla değildi. Burada Türkçe konuşana rastlamak zordu. Bazen Türkçe konuşan birisini gördünüz mü kırk yıllık dost gibi yaklaşır, merhaba derdiniz. Aradan geçen süre içinde üniversitelere, dil okullarına kayıt yaptıranlar olduğu gibi, farklı işkolundan insanların gelişi de arttı. Birçoğu birleşerek zamanla kendi kültür, hayata bakışlarına göre derneklerini kurdu. Türkiye’yi tanıtmayı da içeren çalışmalara imza atmaya başladı.
Son üç, dört yıl içinde Dallas ve çevresine yerleşen Türklerin nüfusu adeta patladı. Ülkedeki siyasi ve ekonomik durumdan mutlu olmayanlar, çocuklarının geleceğine ait kaygılar onları yurtdışında iş aramaya sevk etmiş. Bazıları göçmenlik vizesi, bazıları da yatırımcı vizesi ile gelmiş. Bu yoğun akım iyi mi, kötü mü diye sorarsanız benim yanıtım ABD için iyi, Türkiye için kötü olur. Ülkenin yetiştirdiği mühendisler, teknik elemanlar, sermaye sahibi iş insanları burayı kültür, maddi yönden zenginleştirecekler. Türkiye ise büyük emekler verdiği insan gücünü ve sermayesini kaybedecek”.
Dalgıç, ülkenin yetişkin insan gücü yanında sermaye kaybını da şöyle belirtiyor: “ Birkaç ay önce Dallas’ın kuzeyindeki Plano kentinde yeni bir süpermarket açıldı. Merak edip göz attım. Kendinizi Türkiye’de bir süpermarkette gibi hissediyorsunuz. Ürünlerin yaklaşık yüzde seksenini Türk markaları oluşturuyor. İçerde bir de fırın bölümü var. Karadeniz pidesinden Konya usulü etli ekmeğe, lahmacuna kadar farklı tatlar bulmanız mümkün… Buradan çıkıp Preston Road’a gidin sağdaki çarşı içinde bu kez farklı bir Türk işletmesiyle karşılaşıyorsunuz… Geçenlerde burada yeni iş yeri açan bir Türk arkadaşa niye Dallas diye sordum. Gelmeden önce eyaletler bazında ilkimden ekonomik koşullara, vergi oranlarına, işyeri açanlara verilen desteklere kadar çeşitli alanlarda araştırma yaptıklarını anlattı. Onlara göre, Dallas ve çevresi en uygun yer olarak görülmüş. Buraya gelişimiz rastlantı değil, bilinçli diye ekledi. Dallas Türkler sayesinde daha zengin, daha renkli”[13].
Nitelikli göçmen varış noktasında kültürleşmeyi gerekleştirdiği gibi, kalkış noktası kültürünü de kendi cemaati/derneği içinde yaşatmayı, bunları “ötekine aktarmayı başarabiliyor. Bu nedenle varış noktasında “öteki” olarak değil, toplumu daha renkli daha zengin konuma getiren ya da getirecek olarak görülüyor.
Nitelikli göçmen Dewey’in neredeyse yüz yıl önce yazdığı, “…demokratik katılım, gelişkin bir problem çözme yeteneği gerektirir. Modern demokrasiler dinamik ve sürekli gelişen bir yapıya sahiptir. Bireylere yaşamı boyunca toplumsal konumunu ve ilişkilerini garanti eden kararlı bir yaşam biçimini sunmaz…”[14] görüşünü doğrular biçimde kültürleşmesini sürdürüyor.
Sonuç: Modern Türkiye’nin 1923’den beri göçlerle kurulan, göçlerle dönüşen yapısı günümüzde etkin olan şehir-şehir göçü ve beyin göçü ile birlikte yapılan kaynak aktarımıyla yeniden biçimleniyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarında özendirilen dış göçle gelenlerin, yerleşiklerle olan dil-din birlikteliği iki toplum arasındaki kültürleştirmeyi kırsal kesimde sağlamıştı. Hiç şüphesiz merkezi yönetimin bu süreçte göçmenlere yaptığı katkı önemli olmuştu.
Türkiye nüfussal dönüşüm sürecinin ikinci evresinde nedeni, kalkış ve varış noktası farklı olan göç dalgalarını 1950-2016 döneminde yaşadı. 1950 sonrasında oluşan iç ve dış göçlerde gerçekleşen kültürleşme yoğun biçimde uyrukluk kültürü bağlamında oluştu. Türkiye 1960’lı yıllarda nitelikli konuma getiremediği, istihdamında zorlandığı bir nüfusu, dış dinamikten kaynaklanan fırsatla yurt dışına göndermişti. Ailelerin çocuğa ekonomik değer atfettiği bir dönemde yetişen bu nüfus, varış noktası sosyal yapısının en alt grubunda yer almıştı. Varış noktası toplumuna kültürel olarak uyum sağlayamamasına karşın, çalışma yaşamına uyumunda önemli sorunları olmamıştı. Kalkış noktasındaki kültürel değerlerini temel alarak, kazançlarının büyük bir kısmını tasarruf ederek Türkiye’ye aktarmışlardı. Türkiye 1970-1990 döneminde karşılaştığı krizlerin atlatılmasında bu kaynak aktarımında önemli ölçüde yararlanmıştı. Ne var ki ülkemizde bu tasarrufların gerek bireysel gerekse örgütlü biçimde değerlendirilmesinin iyi yönetilemediği bir süreç de yaşanmıştı.
Türkiye’de nüfussal fırsat penceresinin ikinci evresinden üçüncü evreye geçiş sürecinde nitelikli genç nüfusun göçü başladı. Çocuklarına psikolojik değer atfeden aileler, ülkenin ilk yüzde beşle öğrenci alan yüksek öğretim kurumlarında bunları okutma yarışını sürdürüyordu.
Ülkemizde gençlerin karşılaştığı sorun, aile-kamu birlikteliğinde en iyi yetişmelerine karşın yurt içinde istihdam olanağı bulmamaları ya da istihdam koşullarını beğenmemeleri olmuştu. En iyi biçimde yetişen gençler ya eğitimlerini üst düzeyde sürdürmek ya da çalışmak için kendilerine yönelik özendirici göç politikaları uygulayan merkez ülkeleri seçmeye başlamışlardı.
Gençler kendilerini tercihleri konusunda çok iyi anlatıyorlardı. Aldıkları eğitimle ayakları üzerinde durabileceklerini; varış noktasında öteki ile rahatça yarışa girebileceklerini; onlarla rekabet edebileceklerini düşünüyorlardı. Bilgi, yorum ve yaratıcılıkları farklı olan bu nitelikli gençler, başarıları ölçeğinde kendilerine psikolojik değer atfeden ailelerini, ailenin servetini ağ kuramı çerçevesinde daha iyi değerlendirebilecekleri konusunda ikna edebiliyorlardı. Karar verme sürecinde kalkış ve varış noktasındaki yönetimlerin ekonomik, siyasal ve hukuki davranışları etkili oluyordu.
Türkiye yalnızca en iyi yetiştirdiklerini yurt dışına göndermekle kalmıyor, ülke olarak bunların aile servetlerin de kaybını yaşıyordu.
Gençlerin neden böyle bir tercihleri oluşuyordu? Kartopu örneklem tekniği ile derinlemesine gözlem yaptığım az sayıdaki (17) gençler, geniş bir dünya görüşüne sahip olma konusunda birleşiyorlardı. Temel amaçlarını dünya nimetlerinden çok iyi yaralanmak olarak belirtiyorlardı. Gençler amaçlarını çok daha iyi koşullarda bol para kazanmak; tüketimlerini marka düzeyinde sürdürmek; çocuklarını merkez ülkelerinin en iyi okullarında okutmak; boş zamanlarını değişik mekânlarda iyi biçimde değerlendirmek; küresel vatandaş olarak yaşamak şeklinde sıralıyorlardı.
Bilgi, yorum ve yaratıcılıkları bağlamında ötekinden geri kalmayacaklarını; fakat bunları Türkiye’de çalıştıkları sürece gerçekleştiremeyeceklerini ileri sürüyorlardı. Bunun nedeni olarak varış noktası koşullarının, Türkiye’ye göre çok farklı olduğunu belirtiyorlardı. Varış noktasındaki rekabet ve yarış koşullarının Türkiye’de henüz oluşmadığı konusunda birleşiyorlardı.
Türkiye yaşadığı bu iki göç sonucu kaynak aktarılan ülke konumundan, kaynak aktaran ülke konumuna gelmişti. İşçi göçünde istenen düzeyde gerçekleşmeyen kültürleşme, beyin göçünde küresel vatandaşımızın çoklaşmasını sağlamış ve sağlıyordu.
[1] Robert Redfield, Ralph Linton, Melville J. Heskovits (1936):”Memorendum fort he Study of Acculturation”, American Antropologist, Vol.38,No.1, s.140-152
[2] Boran, Behice (1992) :Toplumsal Yapı Araştırmaları(İki Köy Çeşidinin Mukayeseli Tetkiki), s.33, Sarmal Yayınevi, İstanbul.
[3] Tekeli, İlhan (2016): Göç ve Ötesi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
Kıray, Mübeccel ( 1999): Seçme Yazılar, Bağlam Yayınları, İstanbul
[4] Peker, Mümtaz (1979) : Türkiye’de Doğurganlık ve Doğurganlık Farklılıkları (1968-1973), basılmamış doktara tezi, Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü, Ankara.
[5] Gürtan, Kenan ( 1969): Demografik Analiz Metodları, s:177, İstanbul Üniversitesi yayını no: 1479, İstanbul.
[6] Heywood, Andew (2010): Siyaset, s.22, 3.baskı, editör: B. Kalkan, Adres yayınları, Ankara.
[7] Almond, Gabriel ve Verba, Sidney ( 1972): The Civic Culture, s.14, New Jersey University Press Fourth Printing, Princeton, USA.
[8] Peker, Mümtaz (2015-2016): “Göç Ekseninde Bekilli Kasabasının Ekonomik Dönüşüm Süreci”, Nüfusbilim Dergisi, Cilt:37-38, s.57, Ankara.
[9] Artukoğlu, O. Sökmen (2005): Yurtdışı İşçi Tasarruflarının T.C. Merkez Bankası, Banka Sistemi ve Türkiye Ekonomisi Üzerine Etkileri, , Yayımlanmamış Uzmanlık Tezi Ankara.
[10] Devlet İstatistik Enstitüsü (2004): Ödemeler Dengesi Ayrıntılı Sunum, Ankara.
[11] Mumcu, Uğur (1993): Rabıta, Tekin Yayınevi, İstanbul.
[12] Guardado, Martin (2019): “One Family, Three Languages” https://www. thestar.com>edmonton>
[13] Dalgıç, Tevfik (2018) : “Göçün Çekim Merkezi”, Cumhuriyet Gazetesi 28 Ekim 2018, s.13, İstanbul.
[14] Dewey, John (1996): Demokrasi ve Eğitim, s.82, çev. M.S. Otaran, Başarı yayınları, İstanbul,